Pazar, Mayıs 29, 2011

Yaşamın Fısıltısını Dinle



Zengin bir adam pahalı arabası ile şehirdeki dar bir yoldan geçiyordu.
Birden, yoluna aniden fırlayarak elindeki taşı arabasına atan bir çocuk gördü.

Kapısına çarpan taşın sesi ile ani fren yapınca, arabası kaldırım taşına
çarparak durabildi.

Adam öfke ile arabadan fırlayıp, taş atan çocuğu kolundan tutarak sarsmaya ve


"Sen ne yapıyorsun serseri, bak arabamı ne hale getirdin" diyerek bağırmaya başladı.


Üzgün ve suçlu tavır içindeki çocuk "Amca lütfen kızma, sizden önce geçen
arabalara durmaları için işaret ettim, arabaların hiç biri durmayınca,
sizin arabaya taş attım" dedi.

Ve, gözyaşları içinde, kenarda devrilmiş duran bir tekerlekli özürlü
arabasını ve o arabadan düşerek yerde yatan birisini göstererek
"Ağabeyim yürüyemiyor, onu tekerlekli arabası ile gezdirirken,
kayıp
devrildi. Ağabeyim yere düştü, kaldırmaya gücüm yetmedi, gelen geçen
kimse de yok, siz onu yerden kaldırıp tekerlekli arabasına tekrar
oturtmama yardım eder misiniz?" dedi.

Zengin adam, ne diyeceğini bilemeden, boğazındaki düğümden yutkunarak
kurtulmaya çalışarak, yerde yatan çocuğun yanına gitti, onu kaldırıp
tekerlekli arabasına oturttu ve cebinden temiz bir mendil çıkararak
bacağındaki kanları sildi.
Küçük çocuk abisini tekerlekli arabasıyla alıp giderken, hiçbir şey
söyleyemeden arkalarından bakakaldı.

Arabasına döndüğünde, çocuğun attığı taşın, arabasının kapısında bıraktığı
oyuk şeklindeki DERİN İZİ gördü.

Ve zengin adam, bu derin taş izini hiçbir zaman tamir ettirmedi.
Arabadaki bu taş izini şu mesajı hiç unutmamak için sakladı:

"Hiçbir zaman, yaşamın içinden, birilerinin seni durdurmak ve dikkatini
çekmek için TAŞ ATMAYA mecbur kalacağı kadar HIZLI geçme.

ALLAH, ruhumuza fısıldar ve kalbimize konuşur.

O sesi dinlemek için vaktimiz olmadığında ise, bize TAŞ FIRLATMAK zorunda
kalır.

İster fısıltıyı dinle, ister taşı bekle...

Seçim senin..."

Şimdi, yaşamın içinden son hızla geçerken, bir an durup, kendi hayatımızda da bize bazı şeyleri hatırlatmak için atılan TAŞLAR olup olmadığını bir düşünelim...

Salı, Mayıs 24, 2011

İshal-i fem

Bu günlerde bakıyorum etrafıma çoğunlukla şaşıp kalıyorum duyduklarıma, gördüklerime... Vay be ne hale gelmişiz iyi de kardeşim bunlar bu hale gelirken ben neredeydim nasıl fark edemedim bu değişimi. Bilmem,  cevapsız sorularla yeterince dolu kafam bir de bununla uğraşamam.
O an aklıma uzun zaman önce okuduğum bu yazı geliverdi tam da duruma uygun, ekleyeyim de belki birileri daha benim gibi beyninin bir köşesine kazır, zamanı gelince çıkarır kullanır. Yanlış anlaşılmasın sadece yardım amacıyla yani.:)

İshal-i fem"in tedavisi yok!...

GEÇENLERDE "ishal-i fem" diye bir laf yazdık, meğer ne kadar ilgilenen varmış, Türkçesinin "ağız ishali" demek olduğunu belirtmemize rağmen yine de soranlar oldu:
"Sözlüklerde ishal-i fem diye bir şey yok!"
Elbette olmayacak çünkü bu deyimi, Türkiye'deki akıl ve ruh hastalıkları tedavisi kurumunun kurucusu "Mazhar Osman" bulmuş!
* * *
MAZHAR Osman, bir dönemin en ünlü insanlarından biridir. Bakırköy'deki hastaneyi o kurmuştur, bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde abuk sabuk şeyler yapıp söyleyenlere "Mazhar Osman" hatırlatılırdı:
"Bu adamlar Mazhar Osman'lık!"
"Seni Mazhar Osman'a göndermek lazım!"
"Bunun hakkından Mazhar Osman gelir!"
Atasözü, deyim gibiydi Mazhar Osman...
* * *
YAKIŞTIRILAN, uydurulan hikâye de çoktu. Güya devrin kudretli adamlarından biri mahkemelik olmuş, avukatı aklının yerinde olmadığını ileri sürerek Bakırköy hastanesine gönderilmesini ve müşahede altında tutulmasını istemiş...
Mazhar Osman adamı karşısına almış, konuşuyor, denemek için öyle sorular soruyor ki, adamın tepesi atmış:
"Sen doktor filan değil, delisin, deli!"
Mazhar Osman adama şöyle bir bakmış:
"Senin bana deli demen önemli değil, ama ben sana bir kere deli dersem, bir daha buradan çıkamazsın!"
* * *
GELELİM "ishal-i fem"e...
İshal, bildiğiniz gibi, bağırsak bozulmasından olan bir hastalık, halk arasında "amel" de denir, fem ise Arapçada ağız. Gonca-fem, gül-fem gibi, sıfat ve isimler var, femm-i nehir, nehir ağzı...
* * *
DR. Faruk Bayülkem, ilk asistanlığını Bakırköy Akıl Hastanesi'nde yapmış, göreve başladığının ikinci günü hocası Prof. Dr. Mazhar Osman, kendisini çağırmış, Karantina servisine gitmesini orada ishal-i femli bir hastayla konuşmasını sonra müşahedesini yazıp getirmesini söylemiş...
* * *
FARUK Bayülkem'in karşısına iki hastabakıcı eşliğinde iri yarı bir hasta getirmişler, adam durmadan konuşuyor, şarkı söylüyor, kahkaha atıyormuş...
Doktor bir ara, "Size bazı sorular soracağım, biraz oturun!" der demez hastanın tepesi atmış:
"Ben oturmam. Bir defa dokuz ay on gün annemin karnında oturdum. O günden beri hep ayaktayım. Hem ne soracakmışsın bakalım? Sen değil, benim sana soru sormam gerek. Evvela benim kim olduğumu biliyor musun? Ben hukuk fakültesini bitirdim. Tıp doktoru oldum. Mimarım, başmühendisim, banka genel müdürüyüm, genelevler şairiyim, tarihçiyim, öğrenciyim, öğretmenim, ressamım, bar işletiyorum, daha neler neler... yorulmazsan anlatayım. Ben hiç uyumam, yorgunluk bilmem, istersen milyona kadar durmadan sayayım. Evliyim, karılarım, metreslerim var. Yeter mi? Daha sormak istediğin bir şey var mı? Uzun Ömer'im, şekeri severim, sarımsak, salıncak, sarılmak, deniz meniz, ekmek mekmek yeter mi? Sor bakalım."
* * *
FARUK Bayülkem, kaçıp Mazhar Osman Hoca'ya sığınmış, Hoca dinledikçe gülüyormuş:
"İşte sana asistanlığın ilk dersi, ağızdan ishal olanları artık unutamazsın!"
* * *
BİZ unutuyor muyuz?
O çekilen kırmızı çizgileri, o akan kan yerde kalmaz palavralarını... Hele Amerikalılar bize Kuzey Irak'ta ne arıyorsunuz diye sorsalar, alırlar ağızlarının payını... Siz binlerce kilometreden gelip burada ne arıyorsunuz, diye sorarız koskoslanmaları...
Hiç unutur muyuz?
Hele artık "Söz bitti!" blöfünü...
İshal-i fem sadece akıl hastalarına ait bir hal değildir, siyasette, politikada da devlet yönetiminde de ishal-i fem olanlar vardır.
Ve ağız ishalinin tedavisi yoktur.
Kuru çay da koyu çay da tedavi etmez, kesmez.


Pazartesi, Mayıs 16, 2011

Hiç ummadığınız anlarda çalar hayat kapınızı...

Hiç ummadığınız anlarda çalar hayat kapınızı. Elinizin bulaşıklı olup olmadığına aldırmadan yapar bunu. Birkaç dakikalık bir gecikme, büyük bir aşkın başlamasına, bir çocuğun doğumuna, bir ayrılığın yaşanmasına engel olabilir. Bütün bu engeller, sizin yaşam çarkınızdır. Nasıl döndüğünden haberinizin olmadığı.

Zil sesi anlık bir uyanıştır bazen, öyle an olur ki kapının tıkladığını duymak için dikkat kesilir usunuz, oysa ne gelen vardır ne giden...

Duymayı düşlediğiniz, sizi uykunuzdan uyandıracak kadar güçlü bir sesse, boşuna beklemeyin. Hayat o kadarda adil değildir, başıboş bırakırsanız iç kulağınızı, o ne duyması gerektiğini düşünürken, es geçiverir inatla çalan hayat kornasını.


Zil zurna sarhoş olup dalınca hayatın içine, keşkeler asılır boğazınıza, keşkeler taşınması zor yüklerdir, bir yandan ah çekersiniz bir yandan beddua edersiniz yaşadığınıza. Yinede doludizgin gidiverirsiniz düşlerinizin üzerine.
Saçlarınıza düşen akların mesulü yine sizsinizdir, ayağınızın altındaki kır çiçekleri, düşlerinizdeki gülleri kıskana dursun, bir nehir kadar azgındır iç sesiniz. Çağlar durur, biri duyana dek işte o an kapı çalınmıştır bir kez daha, şans dediğiniz budur, budur kapınızda nöbet beklesin diye dua edip durduğunuz. İşte vakit gelmiştir...
Kaçırdığınız balık büyükse, oltaya kabahat bulmayın! Doğru zaman ve doğru yer için hazırlıklı olmalıdır insan. Pes edecekse daha yaşamadan yaşanılanlar için, hiç yola çıkmadan tıpkı bir taş gibi durmalıdır toprakta, "bir gün biri takılırda düşer" diye.
Küçük tesadüfler, hayatın iç sesidir! Adına ne dendiğinin önemi yoktur aslında, gözlerinize fer, dizinize bağ olur yaşananlar.

Bir koltukta oturup hayatı dikizlemekte sizin elinizdedir, bir koltuk olup hayata ortak olmakta... Seçimlerimiz hayatımızdır. Kaderlerimiz gibi!

İnsan inandığı şeydir, belki de inandığı kadar insandır.
Zoraki gülüşler bile en az gerçekleri kadar değerlidir, içinizdeki çaba gerçeği yakın kılar. Tutarsanız yakasını düşlerinizin ve gözlerinizi dört açıp, kulağınız kapıda beklerseniz, er ya da geç ya şans çalar kapınızı ya tesadüf...

         Ve gelene kapıyı açıp açmamak yalnız size kalmıştır!

Çarşamba, Mayıs 11, 2011

Bir Yastıkta İki Kişi


YANDIM AYŞE’M; BU YASTIK BİZİM DEĞİL Mİ?

- Bir yastıkta kocayın…
- Amin…

Başka ne diyebilirdi bu duaya, yârini çok seven, onun yolunu gözleyip nefesini dinleyen? Sanki yaşam yâriyle başlamış, yâriyle bitecekmiş gibi gelen; ona her dünyada bir daha ayrılmamacasına hep sarılmak isteyen?

BİR YASTIKTA İKİ KİŞİ?

Bu satırları okuyup da, yâriyle uzun “bir yastık”ta uyuyan var mı?

Binlerce yıl öncesinden, masumiyet çağının bittiği yakın zamana kadar, çiftler uzun “bir yastık”a baş koyarlardı.

Birbiriyle nihayet evlenebilmişler uyurlarken sadece kolları değil, nefesleri de dolanırdı. Tabii ki dolansındı, aşkın mikrobiyolojisi olmazdı; hem o “yâr”i - o olmazsa ölebileceği değil, bir el ya da bir şirketin el değmez ortağı mıydı?

“Bir yastık”lar, artık annelere değil, kimisi hala buruş buruş bir eli sımsıkı kavrayan, buruş buruş elli güzelim anneannelere, babaannelere sorulacak gelinlik kızların çeyiziydi.

Yüz elli, yüz altmış santim uzunluğundaki bu yastıkların iki başı renkli parlak satendi. Bir de satenleri gösterecek uzunlukta, iki ucu açık bembeyaz patiska kılıfları vardı. Bu yastık yüzlerinin kenarlarındaki beyaz iş, el işi, göz nuru dantel kendini gösterebilsin diye özellikle koyu renk satenin üzerine denk gelirdi. Satenin rengi genellikle saten yorgan ile aynı renkte olurdu. Bembeyaz yastık yüzünün üzerinde kimisi allı güllü, genellikle kanaviçe işi de olurdu.

Yastık yüzü içi genellikle yün ya da pamuk doldurulmuş salaşpurun, mermerşahinin üzerine geçirilirdi. Yün daha pahalıydı, ama sodayla, kül suyuyla, ya da kille tokaçlaya tokaçlaya yıkanabilirdi. Yıkanmaz – havalandırılmazsa kurtlanabilirdi.

Pamuk ise yıkanmaz, yattıkça tortop olduğundan mahalle aralarında dolaşan hallaçlara attırılırdı. Yastık yüzleri ise yıkandıktan sonra son suya azıcık çivit atıldı mı rengi çok açık mavileşirdi.

Bir de kuş tüyü yastıklar vardı ki, çok nadirdi; bu dar gelirli çoğunluğun ona da, ipek kılıfına da parası pek yetmezdi.

Kimisi yazın da yün yastıktan başkasında yatamaz, kimisi ise yaz - kış pamuk yastıkta yatardı. Her saniyesi emek dolu günlerin bitiminde, başlar her santimetrekaresi emek dolu, nur dolu yastıklara konurdu. Baş konan yastığa oturulmazdı, “oturulursa yüzde çıban çıkar...” diye çocuklar korkutulurdu.

Pof pof kabarmış, yüzü ütülenmiş sakız gibi yastıklarda yatmanın da, bir yastığa baş koyup konuşmanın da tadı doyumsuz olurdu. Eskilerin bir inanışı daha vardı; analardan çocuklara öğütlenir durulurdu:

- Kavga da etsen eşinle, yatağı terk etmeyeceksin…

Bu yüzden bizim kuşak evlilikte sınıfta kalırken, bu inançla yaşlı kuşak, hala kol kola dolaşabiliyordu.

ÖNCE YASTIKLAR AYRILDI

Masumiyet çağı bitiyordu; önce yastıklar ayrıldı.

O horluyordu,
o kokuyordu,
o kalın yastık seviyordu,
o kıpır kıpır kıpırdıyordu,
o terliyor, o terletiyordu;
aslında doğrusu:
o, o’ydu.

Yastıklar ikiye bölündü ve Kahraman Yeni Dünya’da özgürlük adına çıkılıp, yapayalnızlığa giden otoyoldaki “yarım yastık”lara bir de isim kondu: “KÜSTÜM YASTIĞI”.

Küstüm yastığını takip etti ayrı yataklar, ayrı odalar, ayrı evler, ama kağıt üzerinde bitmemiş evlilikler; yen içindeki kolu, kanadı kırılmış çiftler.

Modern Zamanlar’da, “BİZLER”in yerine kurulmuş bu “BENLER” İmparatorluğu’nda belki de artık:

- Bir şehirde kocayın…   olmalıyken dilekler.

Ve güneşin battığı yerdeki “Uygarlık Birleşik Dershaneleri”nin kantininde “vücut yastıkları” satılmaya başlıyordu.

Bizim “Bir Yastık”lara “Body Pillow” adı verilmişti, ama dik olarak kullanılıyordu.

Bazıları insan bedeni şeklindeydi. Asla seyran olamayacak bir odada, kuş uçmaz güvenlik sistemleri arasında, kuş tüyünden bir yastığa yaslanarak, sarılarak, bir bacağı üzerine atarak uyunuyordu. Bir zamanların Vahşi Batı’sında, korkunç bir “yalnızlık salgını” kırıp geçirirken, psikiyatrist randevuları dolup taşıyordu.

KÜSE KÜSE SEVMEK

Evet;
elyaf ya da silikon bir küstüm yastığı yıkanabilir,
istifini bile bozmadan göz yaşlarıyla ıslanabilir,
kendileri anti alerjik, isimleri allengirik olabilir,
internetten siparişle yatağınıza kadar gelebilir,
gerektiğinde salondaki üçlü koltuğa da gidebilir.

Ama, “Yandım Ayşe’m”, “Yandım Mehmet’im” diyen yüreklere, en genişi bile dar değil midir?

Demode damgalı aşklarda ya da Anadolu’nun bazı mütevazı hanelerinde hala bir yastığa iki baş koyar –  bir yorganın altında iki yürek atar.

Bir yastık, birlikte karı-kocamak isteyenlerin, aynı anda susmak isteyen nefeslerin simgesidir.
 

Yastık sandık lekeliyken,
tencere dibin karayken,
yerin de, yenin de darken,
ama o gerçekten “yar” iken,
gerisi hikayedir.

Yaşamda en değerli kavramlar POS cihazından kartınızı geçirerek, acayip şifreler girerek sahip olduklarınız değildir.

Bir yastıkta yatabilmenin, yârinle bir uyuyabilmenin değeri tarifsizdir.

Teknolojinin çamaşırda, ütüde kolaylıklar sağlaması güzeldir, değerlendirilmelidir; ama bir yastığa iki baş koyduran duygular da korunmalı, kanaviçe gibi işlenmelidir.

BİR YASTIK SAVAŞI KAYBETTİRİLSE BİLE

Kaç yaşında olursanız olun, kalan armağan ömrünüzde,
gıcır gıcır gıcırdayan dar bir yatak,
iki başı saten, yatay “bir yastık”,
ayağa göre uzatılacak bir yorgan,
her sabah birlikte uyanacak,
son nefese kadar sarılıp uyuyacak,
ortak düşler kurup, kurduracak,
mütevazı yaşamı paylaşacak bir “yâr” dileği ile…
 
Alıntı

Cuma, Mayıs 06, 2011

Sessiz Veda

Melih Kibar'ın Ciğdem Talu'ya Sessiz Vedası
Muhteşem bir görsellikle işlenmiş bir veda ezgisi

Sarılmayı bilir misin?
Sahiplenmeyi, sahiplendiğinde sadık kalmayı ?
Sen bilir misin aşık olmayı?
Bölünebilir misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere?
Yapabilir misin?
...
Gerçekten sevebilir misin?

"Sevmenin demesi" olmaz...
Unutma, ya çok seversin bir kere, ya da hiç sevmezsin...   
Mevlana



Not: Videoyu izlerken müzik kutusunun sesini kapatmayı unutmayın lütfen


Yalova Geceleri

Güneş gökyüzünden çekilince,
Erguvan renkli perdeler, dalgalarla dans eder.
Başlar gecenin en demli saatleri,
Ah!  O Yalova geceleri…

Şarkılar mı değişti, yoksa seninle mi güzeldi
Bil ey yar,  sevdim seni.
Sevdandın hayali vurunca yüreğime,
Şarkılar başka,  şiir başka bu gece.

Bu gün daha bir buruk içim nedense
Her yerde sen,  her şeyde sen…
Bak,  kapı çalınıyor sen misin gelen?
Özledim işte anla halden.

Ay yükselirken gökyüzüne,
Geceyi sardım yüreğime,
Buselik makamında şarkılar söylemekte deniz,
Sus ve dinle…

Esin Dinçelli


Çarşamba, Mayıs 04, 2011

Uzaktan sevmek en güzelidir bazen





...Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi.


 

Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.

“Seni uzaktan seviyorum….” diye düşündü erkek içinden. “Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan…. Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum.”
Sırrın senden bile güzel çünkü, senden bile özel. Sırrın bir billur kadeh, kırılmasın diye yüreğimde taşıyorum. Sırrın nazenin bir mum alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum. Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi. Merkez Efendi’nin dediği gibi, “her şey zaten dengede ve ahenkte, canım efendim. Her şey zaten merkezinde.”
Ben senin ismini tarçın kokulu akide şekeri gibi tutuyorum ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında olmasam, elini tutmasam da. Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.
Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gökkubbenin altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, kimin yanında.
Bacağında şarapnel parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın bende. Başkası duysa korkar, “aman” der. “Nasıl olur? Böyle de yaşanır mı?” Halbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yanyana ama karışmadan birbirimize.

***

“Seni uzaktan seviyorum….” diye geçirdi kadın içinden ve başını çevirdi. Bakmadı bile ondan yana. Bakması gerekmedi.
Ne güzel uzaktan sevmenin rahatlığı, hafifliği, beklentisizliği. Herkesin habire birbirinin hayatı hakkında konuştuğu bu dünyada “biz” diye bir şey olmayınca, hakkımızda konuşacak bir şey de bulamıyorlar ya, ne güzel. Özgürlük işte!
Sen özgürsün. Dilediğin zaman gidersin aklının estiği yöne. Tutsaksın bir o kadar. Mecbursun kendi sorumluluklarına, alışkanlıklarına, hayatına. Yapışmışsın kabuğuna. Hayalimdeki sen gerçek senden daha özgür aslında. Görsen, hayalimdeki seni kıskanırsın.
Seni sevdiğimi söylememekteki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle daha duru, daha güzel. Söylesem büyü bozulur. Zaman ağırlaşır, zaman hantallaşır. Doğallık kaybolur, konuşmalar yapaylaşır. Söylesem dünya durur, bir daha hiçbir şey aynı olmaz. Sen değişirsin. Bir başka hal gelir üzerine. Bir beklenti, bir istek, bir kıvanç, gizliden gizliye bir kibir siner bakışlarına. “Aşıklar kibirli olur” demiş şair. Sevdiklerini fethedilmiş bir kale gibi görmeye kalkarlar. Bense hayat boyu susmaya razıyım, o kibiri gözlerinde görmektense.
“Böyle adama
Yaklaşmaz hiçbir güzellik
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.”
xxxxxx tanısa, seni anlatmak için söylerdi bunları. Bütün sızıları içine çeken adamsın çünkü. Bir de beni almanı istemem o delik kalbine.

***

Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne yaralar ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek… Uzaktan sevmek en güzelidir bazen.


Elif Şafak

Pazartesi, Mayıs 02, 2011

Bu da Geçer Ya Hu !...


 
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.

...
Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar.


Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."

Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş'in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder. "Haa o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor." Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş'i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş'i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.

Şiirim Acıdı

Şiirim Acıdı Yüreğimin suskusu dolanmışken dilime
Yanık bir türküydü notalarımda dolaşan her kelime
 Sahte tebessümün sıcaklığında üşürken bedenim
Menziline her girişinde gözlerin battı tenime
Seni seviyorum derken dilin acımadı mı ?

Cümle yasak meyvelerin özüyle yıkanmışken ruhun
Maskeli yüzlerin ardında asılı kaldı gülün
Hayat sahnesinde dinlenirken her sözün
Yalan öpüşler dokunduğunda nerdeydi özün
Kalbimdesin derken, için acımadı mı ?

Hayat denilen sahnede rolünü oynarken
İsimsiz şehirlerin sessiz haykırışları kulaklarındayken
Göğsünde güneşi doğururken şafak vakti
Yol tabelalarında ararken ruhunu
Suskunluğunda sakladığın çığlıktı sevgi
 Ruhumdasın derken ruhun acımadı mı ?

Yaşamalısın sen de doğru bildiğini derken
 Son sözüm suskunluğumdu haykırışını dinlerken
Oyunu kuralıyla oynamak isterken
 Yalancı avuçların arasında ellerin kenetlenirken
 Üşüdü gözyaşlarım yüzüne bakarken
 Bakışlarımdasın derken gözyaşların acımadı mı ?

Hani derdin ya yazılan her mısrada bu şiir bana mı?
 Dinle şimdi bu şiir sanadır.
İçimde her mısran kanayan yaradır sözlerinde mısraların kadar yalandır
Şiirim sanadır derken şiirin acımadı mı ?

 Sebahattin Abi