Cuma, Haziran 22, 2012

"Yerini Bulan Ok"




“…
Eğer Graziana’nın hayatta emin olduğu bir tek şey varsa o da sevgili Francesco’sunun son derece iyi yürekli bir adam olduğuydu. Francesco doğup büyüdükleri Firenze şehrinde demircilik yapıyordu ve her geçen gün daha iyi nallar daha güçlü kılıçlar yapabilmek için daha çok çalışıyordu. Bazen çalışırken zamanı unutur, sonunda Graziana kapısında belirip de demir ocağına gösterdiği ilgiyi biraz da karısına göstermesini isteyene kadar başını kaldırmazdı. Graziana zaman zaman cehenneme bu kadar sıkı hazırlandığına göre önce geçmişinde çok büyük bir günah işlemiş olduğunu söyleyerek Francesco’ya takılırdı. Francesco gülerek hemen yanına geleceğini söylerdi. Graziana da gülerdi buna. Cehennem kocasının gidebileceği en son yer olabilirdi ancak.
Francesco hiçbir zaman “İtalya’nın en iyi kılıç ustası” ya da “Firenze’nin en iyi demircisi” olarak anılmamıştı ama bu umurunda bile değildi. Tek istediği iyi bir tüccar ve iyi fiyatlara çalışan güvenilir bir demirci olarak tanınmaktı. Ama en büyük isteği sadece ve sadece mükemmel bir eş olmaktı. Demir ocağında Graziana için şahane hediyeler hazırlardı –şamdanlar, çatal bıçaklar ve muazzam mücevherler-.Bir demirci olarak en büyük eserinin Graziana ve kendisi için yaptığı evlilik yüzükleri olduğunu söylerdi hep. Evlerinin bir odasını yaptığı demir oyuncaklarla doldurmuşlardı. Bir bebekleri olsun istiyorlardı. Francesco, günün birinde sevdiği kadının çocuklarının babası olmak için sabırsızlanıyordu.
Bu Francesco Corsellini pek de yakışıklı bir adam değildi. Karısı da çok güzel değildi ama. Francesco bazı kadınlar için fazla kıllı bile sayılabilirdi. Kaslı kolları makarna ve biradan şişmiş bedeninde sopa gibi sallanıyordu. Graziana onu L’Orsacchiotto –ayıcık- diye çağırıp göbeğini gıdıklardı. Francesco şöyle cevap verirdi: “Bu göbeği alnımın teriyle kazandım ben. Kaslarım gevşedi işte, hepsi bu!”
Graziana gür saçlıydı ve güzel, koyu renk gözleri vardı. Ama bunun haricinde onu ayıran pek bir özelliği yoktu. Yine de Francesco ona İtalya’nın en güzel kadını olduğunu söylediğinde bunu geçekten de inanarak söylerdi. Çocukluklarından beri sevgiliydiler. Francesco, Graziana’nın kocası olduğu için her gün Tanrı’ya dua ederdi.


Graziana kocasına karşı kibardı. Francesco, Graziana’ya yürekten bağlıydı. Mutluydular.
Ve maalesef ki olanlar oldu.
Sene 1347’ydi ve Çin’den, daha önce kimsenin görmediği, korkunç bir hastalık yayılmıştı. Limanlardan iç bölgelere doğru yayılan salgın yangının ormanları yakıp küle çevirdiği gibi insanları silip süpürüyordu. Kasabalarda kilise çanları susmak bilmiyordu. Sesin hastalığı kovacağına inanıyorlardı çünkü. Pek çok insan hastalığın ölülerin vücudundan yayılan kokuyla bulaştığına inanıyordu bu yüzden yüzlerinde kokulu mendillerle dolaşıyorlardı. Her yerde tütsüler yakılıyordu ama tütsü kokuları leş kokularına karışıyordu…
Bir gün Graziana akşamüstüne doğru ateşlendiğini hissetti. Biraz kestirmek için odasına çekilmişti. O gece uyandığında kasıklarının üzerinde ve koltukaltlarında yumurta büyüklüğünde yumrular olduğunu fark etti. Kara Ölüm’ün yakasına yapıştığının farkındaydı.
O sırada Francesco mutfakta yemek hazırlıyordu. Hemen içeri seslenip hastalığın ona da bulaştığını ve Francesco’nun derhal evi terk etmesi gerektiğini söyledi. “Gavaccioli!” diye bağırıyordu. Kabarcıklar. Herkes biliyordu ki bu hastalığın hiçbir çaresi yoktu. Hiç umut yoktu. Francesco’dan kaçıp kendini kurtarmasını istiyordu. “Git, çabuk git buradan!”
Mutfaktan hiç ses gelmiyordu. Graziana yatağına uzanıp kocasıyla arasına giren duvarların arkasından sessizliği dinledi. Francesco, Graziana’nın ağladığını duymaması için mutfaktaki tencere tavaları birbirine vurmaya başlamıştı. Bir süre bu böyle devam etti. Sonra Francesco’nun ayak sesleri duyuldu koridorda. Graziana gelmemesi için bağırıyor, yalvarıyor küfürler ediyordu. Ama Francesco çok geçmeden elinde bir tabak makarna ve bir şarapla kapının önünde belirdi.
“Biraz bir şeyler yersen kendini daha iyi hissedeceksin,” dedi Francesco. İçeri girip tepsiyi yere bıraktı ve gidip Graziana’nın yanına oturdu. Sonra onu öpmek için öne doğru eğildi.
Graziana geri çekilmişti. Hayatında ilk defa onu geri çeviriyordu ama Francesco bir demircinin güçlü kollarıyla karısını kendine doğru çekti ve bütün çabalarına rağmen onu uzun uzun öptü. Bir süre sonra Graziana da çabalarının hiçbir işe yaramayacağını anlayarak teslim olmuştu. Her şey bitmişti.
O gece beraberce yemeklerini yiyip yataklarına uzandılar. Dolunayın ışığı pencereden üzerlerine vuruyordu. “La luna é tenera,” dedi Francesco. Ay ne kadar da narin. Gözlerini kapatıp karısına sıkıca sarıldı. Graziana’nın o gece gördüğü son şey kocasının uyurkenki yüzü oldu. Sabaha da yine onun yüzüyle uyanmıştı. Ateşi çok yükselmişti; ter içinde kalmıştı ve nabzı çok hızlı atıyordu.
“Bak,” dedi Francesco sakin bir ses tonuyla. “Kara lekeler sardı bedenini.” Graziana ağlamaya başlamıştı. Ama Francesco gülümsüyordu. Bir eliyle karısının saçlarını okşayarak, “Sus. Ağlama. Gözyaşlarına ayıracak zamanımız yok. Hâlâ zamanımız varken sevişelim,” dedi.
O akşamüstü Graziana hastalığın en kötü aşamasına gelmişti. Üç gün boyunca öyle, beraberce uzandılar. Francesco bir tanecik karısı kollarında acılar içinde kıvranırken üç gün üç gece boyunca ona kuğuların, mucizelerin ve büyük âşıkların olduğu hikâyeler anlattı. Üçüncü gece saat gece yarısını vurduğunda karısının öksürüklerine uyanmıştı. Graziana yüzünü son bir kez ona döndü.
“Buraya kadarmış.”
“Yakında görüşürüz,” dedi Francesco.
Graziana son nefesini verirken Francesco da karısını son bir kez öptü. “Ti amo,” dedi Graziana. Seni seviyorum.
Graziana gözlerini kapadıktan sonra Francesco karısının parmağındaki evlilik yüzüğünü çıkardı. Onun durumu da giderek ağırlaşıyordu ama yine de güçlükle de olsa yataktan kalkmayı başardı. Mide bulantısı ve ateşten ayakta durmakta zorlanıyordu ama kendini demirci ocağına kadar sürükledi. Yapılacak tek bir şey kalmıştı.


Ateşi yakıp ocağı ısıttı. Kendi yüzüğünü de çıkarıp karısınınki ile beraber eritti ve sıvı halindeki demiri okbaşı şeklinde bir kalıba boşalttı. Okbaşı hazır olduğunda onu bir sapa geçirdi. Her zamanki gibi okun doğru uzunlukta ve düzgün olduğundan emin olmak için bir kez daha kontrol etti.
Sonra duvarda asılı Tatar yayını aşağı indirdi. Bu yay büyük bir okçu olan ve Francesco ile erkek kardeşi Bernardo henüz bebekken ölen babasına aitti. Babası öldükten sonra bir silah arkadaşı onu Firenze’ye kadar getirip çocuklarına teslim etmişti. Bu Francesco’ya babasından kalan tek şeydi. Bir tek bu. Babasını hatırlamıyordu bile.
Sonra tekrar yatak odasına, Graziana’nın yanına döndü. Camı açıp oku ve yayı dışarı bıraktı. Şafak sökmek üzereydi. Yoldan geçen bir çocuğa seslenip köyün başka bir tarafında yaşayan kardeşini çağırmalarını söyledi. Bir saat sonra Bernardo yatak odasının camının önünde bekliyordu.
Francesco kardeşini daha fazla yaklaşmaması için uyarmıştı. Hastalığın ona da geçmesini istemiyordu. Yalnız ondan son bir isteği vardı.
“Ne olursa,” dedi Bernardo. “Son dileğini yerine getirmekten onur duyarım.”    
Francesco dileğini açıkladıktan sonra yüzü pencereye dönük şekilde yatağın kenarına oturdu. Bernardo gözyaşları içerisinde yayı kaldırıp oku yerine yerleştirdi, derin bir nefes aldı ve babasının ruhundan oku hedefine ulaştırması için yardım dilendi. Sonra yayı bıraktı ve ok yerinden fırladı. Tam isabet etmişti.
Francesco, kalbinde birbirine sıkı sıkı bağlanmış evlilik yüzükleriyle Graziana’nın yanına devrilmişti. Bu adam aşk için yaşamış ve aşk için ölmüştü.
…”                                                                
                                                                       ZEBANİ
                                                           ANDREW DAVİDSON
                                                       (New York Times Bestseller)

9 yorum:

  1. Sevgili esinti pencerem artık öğrendim aynı hatayı yapmayacağım bir daha dae laurelin in etiketlediği bu hüzünlü aşkla eridim aktım gittim. çok muhteşemdi. teşekkürler sizlere..

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel bir hikaye teşekkürler hocam.Hikayenin sonu keşke bu kadar hüzünlü olmasaydı.Yüreğim buruk ama şu söz aklıma geldi:
    "Bakışlarında diyar diyar gezdiğind eğil,Bir bakışıyla diyarına gittiğindir AŞK..." Mevlana

    YanıtlaSil
  3. Ben teşekkür ederim sayın VuslaT..
    Ben de sizin "Hatıraların Ayak İzi" dizinizi çok beğeniyorum :)

    YanıtlaSil
  4. Andrew Davidson'un "Zebani" adlı kitabında buna benzeyen ve benzemeyen birçok hikaye var Değerli Esinti :) Kitap bir roman ama küçük hikayeler anlatılıyor bu romanın içinde. Uzun zamandır bu denli seçkin bir yapıt bulamamıştım modern edebiyatta. Tabii hikayenin yazımı da asla internetten indirme değil kendi el emeğim her zamanki gibi... Başka yerde şubesi yoktur :)

    YanıtlaSil
  5. Emeğinize, yüreğinize sağlık değerli hocam:) siz seçin okumak zevki bizde:)
    Nazenin yürekli sevgili Vuslat la beraber okur demleniriz biz de :)

    YanıtlaSil
  6. Gerçekten güzel bir aşk hikayesi.. Paylaşım için teşekkür ederim insan okurken etkileniyor..
    Ben şuna inanırım: Hayat bitebilir ama gerçek aşk asla :)
    Ellerinize sağlık..

    YanıtlaSil
  7. Teşekkür ederim, ben de hem okurken hem de sayfaya yazarken çok etkilendim :)

    YanıtlaSil
  8. Gözlerimden yaş süzüldü. Müzik de çok yardımcıydı. Bu efsaneler de olmasa insan sevmeye cesaret edemeyecek.

    YanıtlaSil
  9. Sevgiyi hak eden insanlarla sevmek ne güzeldir.. Hayat sizi böyleleri ile karşılaştırsın :)

    YanıtlaSil