Çarşamba, Ekim 17, 2012

İki Değil Bir Olmaktır Derdim

 
Ey her candaki gizli hazinem, her harap gönüldeki inci tanem, her kanatsız kuştaki gizli kanadım,
 Ey gönüllerdeki zâhirim, suretlerdeki mânâm,
Ey sevgilim, ey sultanım,
Aşk aşk derim, erimek isterim. İki değil, bir olmaktır derdim.
Harap olmuş yüreğim, kırılmış kanatlarım, uçarım enginlere.
Gözlerim âma, kulaklarım sağır, yolum sadece aşkadır.
Aşk değil midir yağmuru yağdıran, suyu buluta, bulutu suya dönüştüren, aşkla toprağı kavuşturan, tüm tohumların içine zerk olan, kendini açığa vuran?
Toprağın deli gibi kaynaşması değil midir kavuşması aşıkların?
Ey sevgilim, ey sultanım,
 Nasıl ki ben size sevdalıysam, su da toprağa sevdalıdır.
 Güneşin yakıcılığına aldırmaz, aşkla dönüşüne aldırmaz.
Buharlaşıp gökyüzüne çıksa da tekrar bilir döneceği vakti.
Sabırla bekler. Eser rüzgâr, çakar şimşek, ağlar bulut, su kavuşur yine aşkına.
Aşıkların kavuşmasına eşlik eder tüm kâinat.
Ey her candaki gizli hazinem, her harap gönüldeki inci tanem, her kanatsız kuştaki gizli kanadım,
Ey gönüllerdeki zâhirim, suretlerdeki manam,
Ey sevgilim, ey sultanım,
Aşk aşk derim, erimek isterim. İki değil, bir olmaktır derdim.

Pargalı İbrahim'in Hatice Sultan'a mektubu

Pazartesi, Ekim 15, 2012

Hayata Dair - Fincan Hikayesi

 
 
 
Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.

Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;

"Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.

Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!

Kekeleyerek: "Nasıl? Anlayamadım?" diyebildi yaşlı kadın.

"Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:

"Yeter! Lütfen dur artık!" diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; "Daha değil!" diye cevapladı beni.
"Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
"Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!"
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:

"Henüz değil!"

"Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek"
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
"Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!"
"Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve "Daha değil!" diyordu.

"Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.

"Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.

"Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!" dedim. Onun cevabı ise aynıydı: "Henüz değil!"

"Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. "Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!" diye bağırdım.

Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. "Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!" diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine "Daha değil!" diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.

"Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:

"Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?"
Ona "Evet" dedim.

Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve "Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım."

"Evet bu sensin!" dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.

Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde."

Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:

"Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…
Teşekkür ederim..."

* * *

Usta; fincanı, Yaratıcı ise insanı şekillendirir.

Yeter ki acıda ki hikmeti görelim. Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek…
 
 

Cuma, Ekim 12, 2012

Aşkın Gözyaşları ve Bir bakışın yetti canım



 
Şurada romantik romantik müzikler dinlerken  bir kahkaha ve aşkın gözyaşları akıverdi en olmadık şekilde:)
Eski ama eskimeyen şiirlerden biri bence tekrar hatırlamak çok güzel oldu çok:)
 
 

 
Bir bakış bazende bir gülüş yeter

Cuma, Ekim 05, 2012

Ölen ben, öldüren benden



Ağaç demiş ki baltaya

sen beni kesemezdin ama

ne yapayım ki sapın benden...

Bak şu ağacın bilincine sen;

ölen ben, öldüren benden.

Çarşamba, Ekim 03, 2012

Şiirlerle Yaşamak



Hayat fırtınaların geçişini beklemek değil
Yağan şiddetli yağmurun altında dans edebilmekse  eğer ....
Hadi! Başlasın Tango ...



“EYLÜL GİRDİ YAŞANTIMIZA”


“Son güllere baktıkça deşilsin eski yaran,
Eylül bahçelerinden her geçişte beni an.
Yüklü dallar altında meyvalarla oyalan,
Eylül bahçelerinden her geçişte beni an.

Sisli güz sabahları estikçe serin serin,
Seyre dal gözlerimi dalında mürdümlerin..
Sararan mevsim gibi ah edip derin derin
Eylül bahçelerinden her geçişte beni an! ”

Yukarıdaki şiir, Rıza Polat Akkoyunlu’nun. “Nokta Noktam” adıyla tanınmış şiirini, çoğu kişiler bilirler ya da işitmişlerdir. Ama bu şiirin şairi hakkında, kimse bir şey bilmez. Ben de bilmiyorum. Bildiğim, Adana’da doğduğu, öğretmenlikten emekli olduğu. Ankara’nın koltuk meyhanelerine devam ettiği. Meyhanede kendisini görüp elini öpen Salih adlı öğrencisi için yazdığı şiir. Ve şiir tadında, duygu derinliğinde diğer şiirleri. Bu şiirlerden birisi de kızı için yazdığı, “Kızım benim! / Acısı tatlılardan tatlı, sızım benim... / İnan bana! / Sana güzel, cici, yavru meleğim / Daha ne demeli bilmiyorum. / Oysa ki ben, seni senden daha çok seviyorum. ...” dizeleriyle başlayan ve her okuyuşumda gözlerimi nemlendiren şiiri.
Bu şiirleri, çeşitli kaynaklarda bulabilirsiniz. Ama Rıza Polat Akkoyunlu hakkında bir bilgiyi günümüzde, yazarlar ve şairler ansiklopedilerinde, sözlüklerinde bulamazsınız. İçerisine girdiğimiz eylül ayında, eylül bahçelerinde geçerken, değeri bilinmemişlerden birisi olan Rıza Polat’ı anmak ihtiyacı duydum.
Çalışanlar farkına varmıştır. Artık güneşli sabahlarda uyanmıyoruz. Uyandıran zil, giderek koyulaşan loş bir ortamda çalmaya başladı. Günler kısalmaya geçti. Şimdi, bir başka anlam kazanıyor ve duygu yüklüyor Yahya Kemal’in “Eylül Sonu” şiiri:
“Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.”
Kollarını açmış hazan mevsimi bizlere “gel gel!” diyor. Ne kadar ayak direyip, yaz günlerine sarılsak da, sonbahar rüzgârlarının önünde savrulmamak elimizde değil.
En çok şiirin bahar ayları üzerine yazıldığını sanırsınız ama, eylül üzerine yazılanlar daha çok. Elden gidene karşı duyulan özlem, sonbahar yani “hazan”la birlikte şarkılaşan melankoli, yalnız Yahya Kemal’in değil, hemen hemen her şairin şiirlerinde kendini duyurmakta.
Hayatın her döneminin, yaşanılan her mevsimin kendine özgü güzellikleri var. Ama, sonbahar, şiirimizde hüzünle özdeşleşmiş. Mevsimlerin en şairane olmasının nedeni bu olsa gerek. Sonbahara eylül kapısından girmekteyiz. Ahmet Haşim, “Son Bahar Şiirleri” adlı yazısında söyle diyor:
“Bahçelerde sarı çiçeklerin açtığı; havanın keskin incir yaprağı kokularıyla dolduğu; ufuklarda gümüş ve bakır bulutların anlaşılmaz işler hazırlamakla meşgul olduğu; akşamüstü otları kurumuş tepelerde, yeşil eşarp, kırmızı örtü, beyaz ve lacivert elbiselerle dolaşan genç kızların etekleri rüzgârda uçuştuğu ve saçları çözülüp dağıldığı bu mevsimde, sonbahar şiirlerinden daha munis bir konuşma konusu olabilir mi?”
Elveda doyamadığım ve doyasıya yaşayamadığım yaz günleri. Günaydın hazan.
Biliyorum, birkaç hafta içerisinde, dallardan bir başka hışırtı yükselecek. Ağaçtan ağaca yankılanacak geceler boyu. İlk günler bir bale yumuşaklığı ile düşecek yapraklar çimenlerin üzerine. Yeşil; yavaş yavaş sarı, kahverengi ve kırmızının tonlarına dönüşecek.
Çürümüş yaprakların, nemli toprağın ve yağmur bulutlarının kokusu yayılacak; yeni baharlara gebe bırakmak için doğayı.
Mustafa Necati Karaer, “Eylül Sofrasında Aşk”ı anlatıyor:


“Yağmur bulutları gibi doluyum,
Sabret gülüm düşeceğim toprağına,
Rüzgârlar deliyse ben de deliyim,
Gönlümü koymuşum güz yaprağına
Sabret gülüm, düşeceğim toprağına.

Şarabımsın, ekmeğimsin, düşümsün
Geceler boyu sarhoşum,
Akşam üzerleri gülüşümsün.
Eylül sofrasında oturmuşum
Sarhoşum, sarhoşum, sarhoşum..
.........”

Sonbahar yalnız hüznün mevsimi değil. Dileklerin, umutların, özlemlerin odaklandığı bir mevsim. Anadolu insanının çok işi var sonbaharlarda. Üzümler toplanacak, pekmez kazanları kurulacak, erişteler kesilecek, kuskus çevrilecek, bulgur çekilecek. Dahası mı? Uzaktan uzağa davulun, zurnanın sesi duyulacak. Anadolu’da, sonbaharda alınacak ürünlerin bereketiyle kaç yangın yürek sulanacak. Düğün- dernekle kök salacak.
Mustafa Necati Karaer, eylül sofrasında “sarhoşum” diyor. Behçet Kemal Çağlar’ın, diğer adıyla Ankaralı Âşık Ömer’in, Ürgüp’te bağ bozumu şiirini hatırladım. Boşuna internet sitelerinde saatlerce aradım durdum. Yine eski usulle kitap raflarım imdadıma yetişti:

“Çek git dedim sana, gel git mi dedim,
Sesimi mi içti, kulağın sarhoş.
Ne bu dolanışın kapımda benim?
Üzüm mü çiğnedi ayağın sarhoş.

Var ise aklını bağda yitirdin,
Yerine bir salkım dirmit getirdin.
Su yerine şaraba mı batırdın?
Saçın darmadığın, tarağın sarhoş.

Kafan duman, seçemezsin yüzümü,
Aman, gözüm sanıp sevme üzümü,
Geldi gönlümdeki bağın bozumu;
Onu tadamazsın, damağın sorhoş.

Üzümün üstünde kızlar tepinir,
Karlı baş içinde yazlar tepinir,
Gönlüm de göğsümde sızlar tepinir,
Meyvan sarhoş olmuş, tabağın sarhoş.
..............”

Musikimizden sonbaharı dışlayabilir miyiz. Hüzün ve melankoli duyguları, sonbahar motifleri ile yer almış. Anılarla dolu bir ruh derinliğinin tadını bu şarkılarda bulmaktayız:
“Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!”
Yahya Kemal’in şiirini, Selâhattin Pınar “bayatî” makamında bestelemiş.
Eylül, Mehmet Rauf’un romanını hatırlatır bana. Arthur Rımbaut “O tatlı eylül akşamları, yol kıyısına/ Çöküp kulak veriyorum yıldızların sesine” diyor. Yukarıda da söz ettim, bu yaz benim için ha var, ha yoktu. Geç geldi, göz açıp kapayıncaya kadar bitiverdi.
Cahit Külebi; “Sonbahar geliyor serçe/ Yuvanı nereye yapacaksın?” diye, hoyrat esecek rüzgârların altında ıslanacak serçeyi düşünedursun, Atillâ İlhan başka duygular içinde: “Oysa ben akşam olmuşum / yapraklarım dökülüyor / usul usul/ adım sonbahar.”
Munis Faik Ozansoy, güllerle hazanın buluşmasını dizelere dökmüş:

“Güller ki bütün mevsim, usanmış kanamaktan,
Güller ki bakıp yollara beklerdi hazanı,
Güller gibi aylarca hayal ettim uzaktan,
Yaprakların altın gibi savrulduğu anı.
......”

Yahya Akengin’in “Eylül Kuşatması”nda kendi iç dünyamızla bir halleşme var. Şiirin ilk kıtası şöyle:
“Ben hatırlarım hep, hatırlamalı insan,
Renklerin ilk rengini, rüzgârın ilk uğultusunu
Daima bir tutam eylül çıkar geçmiş zamanlardan,
Sarışın bir hüzünle gülümser eylüllerin sonu ....”
Elbette, kopan dalı geri tutturmak mümkün değil. Sarıyı yeşile çevirmeye gücümüz yetmez. Hanım şairlerimizden Nermin Pakyüz ne güzel söylüyor:

“Sana bir gün seslenirsem gelme sakın / Ezik çağrıların ne önemi var. / Bir kez gölge düştü yollarımıza / Çekip getiremeyiz artık güneşi; / Eylül girdi yaşantımıza. ...”

Evet eylül girdi yaşantımıza. Bunu ekim, kasım izleyecek. Uzun bir kış bizi bekliyor. Umarsız gideceğiz. Ancak, şairin dediği gibi, korkumuz; gidip de gelmemekten, gelip de görmemekten.



Ahmet ÖZDEMİR

( Derlenmiş bir alıntıdır sadece :)