Cumartesi, Mayıs 12, 2012

Benzemez Şiir - Mustafa Nazif





benzemez şiir
I-
şu senin gözlerin var ya.
gibi'sinden hani;
en çok istanbula benzeyen,
yanların var ya hani:
tepe tepe kaybolan, yokuş
yukarı çıkan adımların var ya:
şehrin kalbine değil,
kalbimin şahdamarına basan,
sözlerin var ya; darmadağın
eden bir yokluğun:
var ya diyorum, hani en çok ve yine
istanbula benzeyen dalgaların var,
sert bir rüzgara karşı köpük köpük.
dingin gece vakitlerinde en çok; aşk
kokan yanların var diyorum.
bir vapur düdüğünde hasretler boğum boğum.
tesbih taneleri gibi peşisıra gelen.
çektikçe çekilesi bir hasretin.
hani diyorum ya; istanbul var en çok
sana benzeyen / ve
kendisinden başka,
hiç bir şeye benzemeyen...
 

-II-
nasıl bir serenaddır bu /ve/
       yokluğun neye benzer:
hangi enstrümanların eşliğidir bu.
yine kendisinden başka,
hiç bir şeye eşlik etmeyen.
âh, sensizlik; /ki/ en çok
kemana benzeyen sesi vardır:
'gözlerin' diyorken sana,
en çok sözlerin takılıyor aklıma.
hayır, hayır;
gözlerin midir dalgalara karışan / yoksa
kız kulesine nazır yaşlı gözlerim midir,
gözlerine karışan gözlerim...
 

-R-
kendisinden başka bir şeye benzemiyor bu şehir /ve/
sen bir istanbul olup gözlerimde,
benzemiyorsun kendinden başka hiç bir şeye...
adımlarımı soluyor bu şehir,
bastığım her yerde ayak izlerinle sen,
sert bir rüzgarda soluk soluk ciğerime doldurduğum,
istanbul gibi'sin...
bir vapur düdüğünde açıyorum gözlerimi:
bu şehrin koynunda nasıl uyunur biliyorum.
koynun sanıyorum;
istanbul yeditepe sen kokuyor...
 

-III-
istanbul; hayatı(mı)n bahanesidir,
içinde muhakkak aşk varsa...


mustafa nazif

15.mayıs.2007

Cuma, Mayıs 11, 2012

Şiraze Mektuplar - II

Az zamanda öyküler biriktirdim içimde, sen öyküleri bilir misin Şiraze?
Ben bildiğini bilirim, ben bilirim bildiğini...
Anaforlarına takılıp dönenlerin öfkesinden sakınmak adına sığındığım karanlık dere
Ve yarık kaya’nın uğuldayan dik yamaçlarının çevrintisiyle titrediğim gece...
Şiraze bir tek sendin dizinde dinlendiğim...
Öyle bakma dedim kaç kez, öyle pencerelerden gece vakti salınışın yollara
ve bir gölge gibi süzülüp duvar diplerinden kayışın köşebaşlarına
beklediğimdin sen
sen bir ömür beklemeyi seçtiğimdin.
Bir dahası olmasın görmeyeyim gözlerini,
bir dahası olmasın dolunaysız gecelerde tutmayayım elini,
bir dahası olmasın ‘yaş gidiyor’
anmaktan başka güzelliği kalmadı senliliğin.

Sen ile ben Şiraze, öğrenmeliydik yalnızlığın kaç bucak olduğunu... Ve bir... ve iki... ve üç... ve dört Şiraze.
Sen ve ben, ömür son demine vardığında ‘yaşandı bitti’ diyebilecek gücü şimdiden toplamalıydık.
Geç mi kaldık?
Geç kaldığımızı anlamak için bile mi geç kaldık?
Yok böyle bir şey; biz her şeye arası kapatılamayacak mesafelerce çoktan geç kaldık.
Bitmek varsa eğer, geçmişi ak sayfalara kaydedecek zaman bitti Şiraze.
Artık onları hiçkimse okuyamayacak, artık onları hiçkimse dost bilip sarılamayacak, artık onları hiçkimse çantasına doldurup yanında taşıyamayacak... ve bir sürü artık işte.
Biz zamanın tellerinden her birine asılı kaldık.

Bir an’da, hiç olmayacak bir vakitte; nedir bu kalabalık bir kumpanya edasında? Ellerinde pankartlar: ‘Aşk bir ihtilâldir!’ – ‘Aşk bir arayıştır!’ – ‘Aşk bir tutunuştur!’ – ‘Aşk bir başkalaşımdır!’ – ‘Aşk bir yitiştir!’
Sarmışlar bin yanımı; elini uzat Şiraze, uzat elini... ben kendi ihtilâlimden endişedeyim.
‘Buralardan her kim geçerse iz bırakır, aşk’ına dideban olup asrın engebelerinde kaybolur’
edasında kol kola sevdalılar; ‘aşk bir ihtilâldir’ derken gözyaşından nehirlerde boğulur
bak nihan bakışlı şebnemler oynaşıyor yapraklarda
yapraklar ki, bahar kadar taze...

ben her dokunduğumu inciten, ben her uzandığımı dumura uğratan; bir felaket kadar felaket
bir afet kadar afet...
o nihan bakışlı şebnemlerin oynundan çok ırak mekanlar seçmişim kendime Şiraze.
Bir tebessüm et yeter; yıkılsın mefhumu şiddetin
Ben seni gecelerde aradım, yıldız gibi
Ben seni denizlerde aradım, inci gibi
Ben seni türkülerde aradım...
Şiraze! Ben seni içimde, görülmemiş rüya gibi yaşadım

Aşk belki, ağlamaktır...
Nasıl da yumuşatır gözyaşı insanı; nasıl da eritir, inceltir...
Gel seninle bir daha ağlayalım; yaşanmışlara,
bir de yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanamayacaklara
Ağlamak güzeldir Şiraze, ağlamak yüreğin temizlik eylemidir
Bilir misin, lale’ler de işte böyle şebnemlenir
Şiraze

Salı, Mayıs 08, 2012

Parça Tesirli Melodram


senin yaşın aşka tutmuyor hiç gelme
bükülmüş dudaklarına bükülmüş sözler büyük kaçar
on santim daha uzasan başın göğe çarpacak
göğsün diyordum göğsünden sözediyordum / sen
sen ölmeden beş dakika önce düştün
mandallarından savrulup uçan beyaz bir gömlek gibi
havada uçarken ölüp savrulan beyaz bir kelebek gibi
hay aksi dengesini kaybeden bir cambaz gibi
virajı alamayıp şarampole yurvarlanan arabalar gibi
aklıma ilk gelecek bir şey gibi
düştün
düşüşün bir rüyaydı
düşüşün yarım kalacak bir rüyaydı gecelerden bir gece
gecelerden bir gece aşkın üstüne yürüdün
delikanlı bir yanın vardır karanlıkta
şöyle sert, şöyle naif, şöyle öfkeli!
senin yaşın aşka tutmuyorum çocuğum, hiç gelme
açıkta kalırsın
aşk insanı acıktırır
aşk insanı bir ölüme susatırsa aşk diye anılır
senin mahallende aşk masallara giremez
masala giren aşk çıkamaz o mahallelerde!
masalların aşkına, benim aşkıma, Allah aşkına
senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim, lütfen gelme
bana ayak bastığın gün
aşk herhangi bir gün olarak katılır haftaya
salı ile çarşamba arasında bir yere
aşk, her koşulda eğlenceli; aşk, istedi mi sereserpe!
yüzünde derin mi derin, kuşkulu, canavar bir gülümse
yırtarsın, kapatırsın, vurur deviremezsin
sevgilim
sen bu aşkta dolap çeviremezsin!
açıkta kalırsın
aşk insanı acıktırır
aşk insanı bir ölüme susatıyorsa aşk diye anılır!
yüzünde derin mi derin, kopkoyu, yapış yapış bir gülümseme

senin yaşın aşka tutmuyor sevgilim
lütfen gelme!

Küçük İskender

Salı, Mayıs 01, 2012

vuslat demedim de vus’at dedim Şiraze

                          hiç vuslat demedim ben,

vuslat demedim de vus’at dedim Şiraze

kül kalsın istemediğimden belki geride, kıvılcımı ateşten daha çok sevdim.

alevleri hep bana sıçradı, oysa başlatan ben değildim yangınları.

ne kadar kaçtıysam o kadar kovalandım, ne kadar saklandıysam o kadar arandım.

yine de Şiraze gizlenebilecek tek bir mekân bulamadım.

harfleri havaya savurdum hangi mevsim aldırmadan

ne farkederdi kış olmuş ya da yaz... söz uçardı; uçar ve kaybolurdu, duyan unuturdu.

Karakum’da kavrulan Aral’da nasıl serinlerse, sözleri kalkan eyledim yangınlarıma Şiraze.

kul olmaya geldim mâdem, kul olayım istedim; âyetler birer ışık...

ya  yaşamalıydı insan  ya da ölmeli...

ikisini yanyana  ya da bir dengede  ya da bir kefede tutamadım

filozoflar kadar karmaşık ve mutsuzdum artık

yaraları saranlar birer ikişer yaralandılar, kaos dolandı sevinçlerimize.

halk ezgilerinde hep bir ağırlık, hep acîb bir yaşanmışlık

salt hüzün; türkü üzgün, ben üzgün...

bu yüzden her yazdığım hem pejmürde, hem süzgün.

ezgiler üzgün, biz Şiraze üzgün.

gitarın tellerine dokundu kadın, durdu zaman odada

saçlarında  yazılıydı kızıllık

Beyrut, denizde gölgesini dalgalandırıyordu

gitar sustu, kadını savaş susturdu

uzaktık...

masalcı son cümleyi verip çekildi sahneden

“bir; hem varmış, hem yokmuş” diye fısıldayanlar oldu

mum ışığında kuruldu devletler,

mum ışığında oldu devrimler,

mum ışığında üç beş adam çizdi kâğıda sınırları... 

şimdi hiçkimse dava adına verecek hiçbir şeye sahip değil.

mum ışığı anılarda, yemek masalarında, âyin salonlarında, anma törenlerinin bir köşesinde ve gökyüzünde salınan yıldızlara imrenen havuzların durgun sularında kaldı.

acılarını, kurum bağlamış sokakların duvarlarından aşırmadan, olduğu yerde bırakmayı deneyenler, çiçek toplayabilecekleri başka memleketlere gizlice kayıverdiler; artık saydam bir mutluluğun kıyısında gezinebilir, unutarak iyileşmeyi ümid edebilirlerdi.

                   üç ay...
 dağlardan sâhile indim, sâhilden dağlara seslendim
orada da  vardı palmiyeler  ve sıcak
                 üç ay...

  bulduğum her cümleyi okudum, her cümlede belki ben okundum

 ilânımdır benim, değilim artık kaçak

                 üç ay...
kendimle hâlleşip bütün silahları bıraktım

söz olsun İstanbul, yok savaşmak

            üç ay Şiraze...

Taş Köprü’den geçtim, duraksayarak

şem ile fem... 

şimdi meyvelerini yılların izlerken dallarında,

yok’ları değil de var’ları görmeyi öğreniyorum ben Şiraze...

Şiraze - Mektuplar 108

( Alıntı )