Pazar, Şubat 27, 2011

Hayatı Yaşarken

Tarih tekerrürden iberetmiş meğer :) Yıllar evvel yazmıştım bu yazıyı yayınladığım sitelerden birinde yeni yorumlar almış bakıp okuyunca tekrar aklıma geldi, "O" zamanlar ne kadar doğru tespitlermiş meğer... Baş ucu yazılarından biri olamaya aday galiba... ( mi acaba? )

Çok güzel bir film seyrettim az evvel. Hayatı yaşarken cesur olmak lazım deriz ya hep olmuyor işte, olamıyor… Sonuçta seçtiğimiz hayatlar değil ama yaşıyoruz işte. Kim bilir belki de zamanında istedik bu hayatı nedeni niçini içimizde saklı. O veya bu sebep belli değil ama öyle bir noktaya geliyoruz ki el kol bağlı, cesaret diyorsun kimi zaman kendin için bir şey yap ama olmuyor işte. Öyle şekillenmiş ki hayat sana izin vermiyor bir türlü. Cesaret, cesaret yok işte hayatımızı değiştirmek elimizde değil ki.

Yapamazsın bir türlü o adımı atamazsın. Hep bir engel hep bir neden vardır önünde sen istediğin kadar yeter de. Öyle şartlar oluşmuş ki çaresizlikle yansa da için o adımı atmaya korkarsın. Belki de atamazsın o nedenler içinde bir acı, ufka dahi bakmak istemezsin. Hayatım boyunca hayatını cesurca yaşabilen insanlara hayran oldum ben. Çünkü bende yoktu o cesaret. Bir şeyleri kökten değiştirebilmek… Keşkelerle yaşamak yanına kar işte. İçin ağlasa da yanlış zamanların sevdasını yaşamaktır belki de. Yanlış zamanlar sadece, doğru insan olması yetmiyor ki. Hayatın hükmü bir anda ağır basıyor ve bu hüznün mesnevisi yazılmadı daha diyip geçiveriyorsun çaresizliklerin ardına sığınarak.


Oysa hayat kısa insan kendi içinde bir şeyler yapmalı biliyorsun ama yapamıyorsun işte. Vicdan diyorsun doğruluk diyorsun, doğrularla kurulmuş bir hayat diyorsun… Ama o hayat seni mutlu ediyor mu diye kendine sorduğunda birden kalıveriyorsun oracıkta çaresiz, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi. Ya sonra sen doğrularınla yaşarken hayat yanı başından akıp gidiyor işte. Başın dik, doğru olanı yaptın ama için buruk kalbin boş hayatının anlamı yok. Kime ne ki, kim bilebilir senin içindeki fırtınaları. Görünen yüzü aladır, o yeter çevrendekilere. Senin mutlu olman ya da olmaman önemli değildir ki. Doğrusundur, dürüstsündür, iyi bir insansındır. Ya sen içinde neler yaşarsın bu değerler adına neyi feda etmişsindir? Bunun sadece sen farkındasındır.

Zaman, zaman taaaa içinde hissedince o acıyı anlarsın, pişman olursun ama ne çare sen vermişsindir o kararı. Yaşa başın dik doğru insan rolünü. Ama için boş yaşama isteğin yok, hayattan zevk alamazsın ki her gün kahrederek yeni bir güne başlarsın ve sonunun bir an evvel gelmesini dileyerek geçer her günün. İşte bazılarımıza sunulan hayat bu. Çok az insan o cesareti gösterip hayatına kendi yön veriyor. Şanslılar belki de. Bilinmezlerle dolu çelişkilerle dolu bu hayat…

Aşk belki de çok yanlış zamanlarda karşına çıkıyor. Aramıyorsun bilmiyorsun ne olduğunu ve bir gün aniden karşında buluyorsun. Şimdiye kadar yaşadığın duygulardan çok farklı hiç bilmediğin hiç tanımadığın bu duygu sarı veriyor tüm benliğini. Oysa sen aşkı yaşadığını sanmışsındır birçok kere. Ama bu çok farklıdır ve anlarsın şimdiye kadar yaşadıklarını aşk olmadığını belki sevgi belki de hoşlanma ama aşk değilmiş. Bilmediğin için de bunca zaman yaşadığın duyguyu o sanarak küçümsemiş, burun kıvırmışsındır. Yüzlerce yazı okumuşsundur bu duygu üzerine ve gülüp geçmişsindir önemsiz gelmiştir o duygular, çok basittir, külliyen yalandır zayıf insanlar kaldıramamışlardır o duyguyu. Sonra birden anlarsın onların ne hissettiklerini… Yaşamayan bilmezmiş anlayamazmış. Kendini aptal gibi hissedersin bir an. Ama senin suçun değil ki. Meğer hiç aşkı yaşamamışsın sen. Hiç tatmamışsın o acı ile yoğrulmuş duyguyu. Yavaş yavaş girmiştir dünyana. Hep sorgulamışsındır, kendi duygularını anlayamamanın ızdırabı içinde kıvranırsın baş başa kaldığında kendinle. Nice sonra anlarsın hah dersin aşk buymuş demek ki. Tam da anlatılanlara uyuyor. Sonra tekrar tekrar okursun yazılanları sanki yeniden keşfetmişsindir dünyayı. Bu defa anlarsın o insanların ne yaşadığını ve seni daha da bir etkiler duyguların kelimelerle dans edişi, şarkılara dökülmüş hali. Kelimeler dans eder beyninde okuduğun yazdığın her şey başka bir anlam içermekte.

Zaman zaman coşar içindeki çağlayanlar. Gönlünün ışıltısı öyle bir sarar ki dört bir yanını, her şey değerini yitirmiştir, bir o bir sen varsındır artık. Anlatamadığın tarif edemediğin, sözcüklerin yetmediği anları yaşarsın sık sık. Yazılanların doğruluğu karşısında ürperirsin ve yalnız olmadığını hissedersin belki de o büyük boşluk içinde yitip gitmekten korkmadan…

Gerçek mi bilemezsin rüyada mıyım diye düşlediğin anlar olur ve sonra gerçekler dikiliverir karşına onları yıkmak zordur. Keşkelerle yaşamak istemesen de vardır oradadır hepsi dimdik karşındadır. Başlar gelgitler ve ezilirsin dibe vurursun işte. Oysa gönül kapılarını açmışsındır bir kere farkında bile olmadan. Bahçende güller açmıştır katmer katmer. Cenneti sunmuştur sana bu duygu. Her şey güzeldir artık, hiçbir sorun yoktur hayatında. Bırakman gerekir bu duyguları kolaysa bırak hadi. Zaman işler kalbin kuşlarla arkadaş, zaman işler ama hep bir yöne. Öyle bir hale gelirsin ki yanmak istersin hiçbir şeyi düşünmeden. Her şarkı senin için çalıyordur. Her yazı seni ve onu anlatıyordur. Bir gün her şeyin yoluna girmesi umuduyla beklersin. Geçer biter desin ama bitmez… Küllenir ama asla tükenmez.

Hayatında kaç kere çıkabilir ki bunları sana hissettirecek biri karşına. Yaş geçtir zaman yanlış… Tutmaya çalışsan da ellerinden kayıp gidiveriyor işte hiçbir şey yapamamanın acısını yaşıyorsun. İçinde hasret ayazları, kayıtsız, koşulsuz, coşkun bir ırmak gibi akıp giden duygular kalıyor geride. Onlarla avunmak istiyorsun sadece. Biliyorsun ki kalbiniz birlikte atıyor, aynı şeyleri düşlüyor aynı duyguları yaşıyorsunuz. Amalarla, keşkelerle ve hiç peşini bırakmayan gerçeklerle boğuşmak adına da olsa gittiği yere kadar deyip yaşıyorsun. Biliyorsun ki öyle değerli bir armağan bir kere tatmışsın o şarabın tadını bundan sonra dönüşü yok. Başkasına hissetmen mümkün değil o duyguları. İlk ve son kez yaşadın. Buna da şükür bunu hiç yaşamadan göçüp gitmekte varmış dünyadan. Akarken yürekler birbirine ne zor gerçekler ve hayat devam eder… (mi acaba?)
Esin Dinçelli

Perşembe, Şubat 24, 2011

...



Her sabah, 
hayatlarımıza bir gün daha ekleniyor.
Peki ya biz,
bu GÜNlere HAYAT eklemeyi başarabiliyor muyuz?

Çarşamba, Şubat 23, 2011

Teşekkürler:)

Teşekkürler Aynur hanımcım ve Gutguturuna sayenizde  tam bir tebessüm oldu gün ... Bu ödülle hoş geldim:) Nice güzel paylaşımlara dileyelim

Bir Tebessümdür Günaydınlar


Sanma, Kainatta bir tesadüf var...
Her şey dile gelmiş, mânâ fısıldar...



Dostlara günaydın,
Sevgiye sevgi katmak için yola çıkanlara günaydın.
Dünyaya ışık veren renklendiren güneşe günaydın.
Uyuyanlara çalışanlara koşanlara emekleyenlere günaydın.
Gülenlere ağlayanlara somurtanlara günaydın.
Sevgililere düşmanlara kin besleyenlere günaydın.
Gönlü güzellere yüreği kocamanlara günaydın.
Dağa taşa kurda kuşa günaydın.
Emekçiye, alın terini katık yapanlara günaydın.
Şairlere bahçedeki saksıdaki çiçeklere günaydın.
Sevenlere sevilenlere ayrılanlara terk edenlere günaydın.
Günaydın yok olmuşluğum,günaydın sahte varoluşlar.
Günaydın güzel insanlar,günaydın aydınlıktaki karanlıklar.
Günaydın güzellikler, günaydın sahtelikler.
Gönlü sevgi dolu dostlara günaydın.
Dostluğu dost gibi bilenlere günaydın.
Günaydın güzelliği sevgi ile yoğuran insanlar…

Salı, Şubat 22, 2011

Vur Mızrabı




Dilimin ucunda ukde olmuş kelimeler,
Vur mızrabı adını koyamadığım; İnlesin dağlar.
Kelimeler ayaklanmış,
Direniyor dökülmemek için.
Kim kazanacak bu savaşı, bilmekteyim.




Nicedir mızrap değmemiş gönlüme,
Vurdun geçtin umarsızca.
Çığ düşmüş dağlarımın eteğine.
Bendimi aştın sen dide.
Durma! Durma, vur sazımın teline.


Haddeden geçmişim; ben-dide
Kıymetin bilirim merak etme.
Aydınlık şafaklara koşan gecelerde,
Sen, şimal yıldızım ol yeter ki,
Ben bâd-ı sabâ, niyette.

Esin Dinçelli

Pazar, Şubat 20, 2011

Perşembe, Şubat 17, 2011

Tüm zamanların en muhteşem dansı




Not: Videoyu izlerken sağalttaki müzik kutusundan sesi kapatın lütfen :)

Vuslatı Senin Gözlerinde Yaşamak İçin





İmkânsızlığı yokluğun zindanda asıp
Vuslatı senin yüreğinde yaşamaya geliyorum… "







Sana geliyorum umut tarlalarına " sevdamızın " güneşini ekerek. Vuslat kelimelerini tozlu raflardan indirip sana geliyorum. Biliyorum, avuçlarında hasretin alazları yanıyor… Külleniyor vuslatın kelimeleri yüreğinde.. Bekle beni, avuç içlerindeki kör olası yangınları ıslak kirpiklerimle söndürmeye geliyorum. Yürüyorum zifiri uçurumları aşarak. Gözlerin " gelecek diye " perdelerin arasında gözyaşıyla ıslanmasın. Ben karanfillerin gülümsediği kuşluk vaktinde saçlarına süzüleceğim. Haydi, saat çoktan gece yarısını geçmiş olmalı oralarda..Uyutamasan da hasreti, ne olur gözlerini kapa yıldızlara.. Ben gelirken, yüzündeki hüzün bulutlarını topla göğünden ve uykuya dalmış " vuslat " türkülerini kaldır kirpiklerinden…


Umut fakiri sevdamla kana kana gülüşlerini avuçlarından içmeye geliyorum. Uykular haram sana kavuşana kadar. Geldiğimde bir tutsam ellerini, bir öpsem yüreğini goncalar tebessüm edecek toprağın altından… Güller dökülecek yıldızların avuçlarından..Ah bir sarılsam sana..Rüzgar bile kıskanırdı kavuşmamızı..Sana geliyorum. Leyla sına ağlamaklı Mecnun yoldaşım, Aslı sına kavuşması prangalı Ferhat ise arkadaşım oldu bu yolculukta. Biliyorum zaman akmıyor takvimlerin belinden… Saatler gece yarısını çoktan geçse de uzanamıyorsun yatağına..Hissediyorum bana kavuşmadan yatağına sanki çiviler serpiştirilmiş..Haydi, kapat perdelerini..Süzülmesin gözlerinden yanağına doğru ıslak nehirlerin..Mahpusa düşmesin sevda kokan kelimelerin..Bekle beni, geldiğimde cebinde biriktirdiğin gözyaşlarını yüreğimde kurutacağım. Doya doya sarılıp gözlerinde baharları soluyacağım.


Sana geliyorum yetim çocukların düşlerini sırtıma yüklenerek. Aşındırıyorum vuslat kaldırımlarını..Karanlığı eze eze sana koşuyorum. Aldırma ellerimin titremesine. Kolay mı gözlerindeki solduğum " hayali " Cenneti nefesinde hissetmek? Kolay mı ellerine sürülmüş bahar kokusunu doyasıya içime çekmek? Kolay değil elbet..Kelimeler anlatamıyor içimde büyüyen heyecanı..Of dizlerim titriyor yine.. Ter basıyor alnımı..Yıllar haince güneşini vursalar da , gülen yüzünü soldursa da acılar ne olur ağlama ne olur..Sabır elbisesini giyin üzerine..Umutlarını kanatlandır karanlık gökyüzüne..Ben senin için yollardayım..Azığım gülüşün , katığım acıların olmuşken biraz daha dayan gül yüreklim..Geldiğimde " vuslat " ateşiyle küllendireceğim arsız sancılarını..Ben sökeceğim takvimlerde asılı kalmış gözyaşlarını..Ne olur taş kundaklarda uyut hasretini..Ne olur silme ıslak kirpiklerini..Ben o ıslak yüreğini " sıcak umutlarımla" sileceğim..


Yürüyorum karlı dağları birer birer aşarak. Yorulsam bir an, buğulu bakışlarında " sağır akşamları " senin yanında karşılamanın huzuruyla dinleniyorum..Of serçe edalı bulutların koynunda yürür gibi sana koşuyorum. Bazen yolunu kaybetmiş yağmur yüklü bulutlar " vuslatın " kentini soruyor bana… Bende peşimden gelmelerini söylüyorum.. Göğünü yitirmiş kuşları peşime takıp hep birlikte sana geliyoruz..


Sana geliyorken yokluğunu küllendirdim aldığım her nefeste..Hayalimde gözlerini kaç kez öptüm..Kaç kez gül bahçelerinden çiçekleri çaldım....Sana geliyorum utangaç ve mahcup bir çocuğun düşlerini yüreğine sermek için. Gelirken, kaç kez pusulara düştüm. Hor görüldüm karanlıklarda... Öyle zifiri idi öyle katransıydı ki geceler, bastığım her adımda Yusuf un kör kuyuları sandım. Lokma lokma acılarını sundular boğazıma… Ne olur üzülme sen.. Gecelerde yakılsa da bedenim ne olur ağlama sen… Küllerimden saçlarına gülleri motifleyeceğim.Denizlerin dibindeki incileri yüreğine dizeceğim..Biraz daha sabret uykusuzluğa ve bu vuslat kokan yalnızlığa.


Uçurum kenarında toprağa kökleriyle delice tutunmuş "umut çiçeklerini " yüreğimle toplamaya geliyorum. Başını dayayıp bir çocuk gibi utanmadan ağlayabileceğin " omuz " olmaya geliyorum.Dilimde Şehrayin türkülerini yakıp kaldırımları aşıyorum… Bil ki, bu yolculuk " vuslata " gebe.. Bu yolculuğun sonunda ya karanlıklarına yıldızları dizeceğim ya da saçlarına baharları işleyeceğim… Bu mahpusluk, bu hasret bitecek elbet..Kangren gecelerin yokluğumda islenmeden, ak alınlı günlerin karanlığa bürünmeden kelebeklerin sırtından avuçlarına düşeceğim bir çiğ tanesi gibi..


" Sana geliyorum gül yüreklim
Vuslatı senin gözlerinde yaşamak için.
Uçurumları aşıyorum
Gözlerinde " hayali " Cenneti solumak için."

Çarşamba, Şubat 16, 2011

Bir Nehir ki Ömrüm



Gitmek gerekir bazen her şeye rağmen ve her şeye inat gitmek…
Sevmelere korkar olmuşsa yürek, incinmiş ve kırılmışsa ne sevgi onu tutar ne de aşk. Çekilen acının yanında hasret acısı tatlıdır; yaşama katık.
Özlemekten kim ölmüş ki…
Su akar yolunu bulur nasılsa ve anlarsın hasretlerin yeni bir aşkın sıcağında gülbeşeker gibi eridiğini.
Buz kesiği ellerin ateşe gider ve bir soru yankılanır aklının kuytu köşelerinde… Sobe

Esin Dinçelli


Bir Nehir ki Ömrüm - Tuncay Akdoğan
Sonra, fark ettim ki,

Su akıyor, rüzgâr esiyor, yağmur yağıyor,

Her şey yine ve aynı şekilde oluyor…

Öyle bir yere geldim ki,

Sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış,

Üşümek ve sonra ısınmak gibi…
Gitsem ayrılık olur, kalsam çöl…

Gidersem bende hasret olur ve belki beni sevenler de özler ama

Anladım ki özlemden hiç kimse ölmüyor, ama ben ölüyorum…

Nefes alıyorum, önemsiyorum ve gitmek istiyorum…

Anladım ki hasret yeni bir aşk`a kadar sürüyor…

Sevdiklerim ve beni sevenler,

Bağışlayın su akıyor ve ben gidiyorum...
Bir nehir ki ömrüm

Taşır bin yıllık kavgasını

Yurtsuz aşklarımın

Bir nehir ki ömrüm

Yüreğim baş eğmez bir haylaz

Bir nehir ki ömrüm…

Buzun ateşe değdiği zaman

Terin toprağa

Gülün yaprağa

Işığın suya değdiği zaman

Dudaklarım gözlerinde

Aşkı içeceğiz…

Bir mavzer buğusunda

Gözlerim kıyısında

Hazarın büyüsünde

Soğan kırıp zafere

Aşkı içeceğiz.

Çarşamba, Şubat 09, 2011

Sitemkar





Sitem-kâr e yâr olmuş zaman içinde,
İlmek ilmek dokunmuş birkaç kelime.
Gecemde gündüzümde,
Söylenmemiş sözümde,
Ateş-dide özünde.




 Bir mutluluk sureti düş-müş,
Avuç içi kadar.
Name name sinmiş,
Sinesuz yâr.
Sitem-kâr e yâr olmuş zamanlar,
Söyle, şimdi yağmurlar hangi makamda yağar?


Erguvan renkli perdeler inmekte,
Fesleğen kokulu gecelere.
Efkârımla duman olmuş hece hece.
Silgisiz zaman üflemekte.
Hadi, hadi bana bir şarkı söyle...


Esin Dinçelli

Pazartesi, Şubat 07, 2011

Ebruli Vakitler

Gürül gürül akan hayatın, kenarında kalmış hikâyemin;  
Kimi zaman akşamsefalarıyla birlikte açan
Sabah güneşiyle kapanan,
 Kimi zaman gündüzün ilk ışıklarıyla
Güne merhaba diyen
Sessiz sesini dinleyerek yazdığım
Ebruli vaktinde…



Kıvamını yeni yeni bulmuş bir yolculuğun ortalarındayız… Yalancı baharları geçtik, meyvesini dalında kurutan ağaçlar, bal vermeyen arılar tanıdık, çare olmayan merhemleri sürünce anladık… Olgunlaşmaya başlamış yaşımızla hayata üçüncü bir gözle bakıyorduk… Gözlemlerimiz daha doğru ve yerinde… Sabrımız kuytusundan alel acele fırlamıyor ve yaz gelmeden meyve vermiyorduk… Olgunluk çağındaydık… Ne yirmisindeki gibi yeşil ışığı beklemeden koşarak geçiyorduk karşıdan karşıya… Ne de atmışındakiler gibi yeşil ışıkta bile geçmekte tedirginlik çekiyorduk…

Bir yoldaydık
Her durağa son durak yazılmış
Taş toprak birbirine karışmış
Aklımız gönlümüzden uzaklaşmıştı
Bir yoldu ki, aydınlığı içimize saklanmış

Ara sıra zorlu yokuşlardan, tehlikeli inişlerden geçmiştik çünkü. Geldiğimiz yolda yuttuğumuz toza, dumana tecrübe diyorduk. Yaşamadan öğrenmek olmazdı… Yaşadıktan sonra öğrenemeyenler de vardı elbet. Ama öğrenenler kendilerine tecrübeli diyordu… Tecrübeli olmayı başarabilmiş olanlar aslında, her adımında başından geçenleri didikleyip, beynin ince süzgecinden geçirebilmiş olanlardı.

Yokuşların yoran çekim gücüne karşı, acıya olan alışıklığımız gün geçtikçe kemikleşiyordu… Tecrübe kazandıkça hücrelerimiz biraz daha eskiyor, eskidikçe biliyor, öğreniyorduk… Tıfıl hayat öyküleri, kısa yol yürümüşlükleri olanlara anlatacak ne çok öykümüz vardı…

Yol uzundu. Kimi zaman yolu iki taraftan kapatan ağaçlar doyumsuz güzelliğiyle ruhu coşturuyor, kimi zaman kurumuş bir ağacın gölge etmeyen bedeni bile aranır oluyordu… Bazen yol ıssızlaşıyor endişe verici yalnızlık boylu boyunca önümüze uzanıyordu. Kenarda dizilmiş süslü kaldırım taşlarının bu yalnızlığa ortak olacağı da yoktu… Yolda yalnızken yürümek ne zordur… Gözleriniz yerdeki, taşlara takılır. Her şey anlamsız birer heykelden öteye gitmez… Sesler gürültüden başka bir şey değildir…

Bir de yalnız olmadığınız halde yalnız bırakıldığınız zamanlar vardır ki… Yolculuğun belki de en zor kısmı budur… Hep beklenti dolu olursunuz. Hani su vardır da içemezsiniz… Kanadınız vardır da uçamazsınız… Çevrenizde tanıdık simalar gelip geçer… Ama öyle bir kabuğa sararlar ki sizi… Ne siz onlara dokunabilirsiniz, ne de onlar size…

Ama yok mudur bu çetin yolculuğun coşkulu zamanları… Kışın bittiği yerde elbette ki bahar başlar… Önünde, arkanda kimi zaman yanında yürüyenlerin her adımında bir şeyler öğrenirsin ve düştüğünde onlar seni kaldırır. Ağladığında gözyaşları gözyaşlarına eşlik eder.

Kırkından sonra böyle düşünür insan… Benim gördüğümü herkes görüyormuş der. Yapılan haksızlıklara şaşırmamaya başlar, farklı insan karakterlerini benimser. Dostlarını daha titiz seçer. Uzun yollarda eşlik edecek kötü gün dostları bulur kendine… Sayıları azdır ama yürekleri çınarların gövdesi gibidir…
Korkuları, heyecanları olgunlaşır. İçine gömüldüğü kabuğundan çıkar ve “ben de varmışım” der. Kendinin farkına varır. Kendini en iyi tanımaya başladığı yaştır… Yavaş yavaş durgunlaşır. Sonuca gitmeyecek tartışmaları masada bırakır, biraz yorgundur, usul usul göveren dostluklara yaslanmak ister… Kıpır kıpır halleri azalmış, coştuğu yatağından yokuş yukarı koşmayı bırakmış; sakin, salınarak yokuş aşağı akmaya başlamıştır.

Kırk yaş bir dönemeçtir. Çevreden kendi iç dünyasına dönmektir. Çevreyi dinlemekten yorulan kulakları kendi sesinde dinlendirmektir. Büyümenin tam ortasına adımınızı atmışken arkaya dönüp bakmakla, önünüzü gözetlemek arasındaki sınırın en belirgin olduğu yaştır. Büyük sandığınız meseleler gözünüzde küçülmeye başlamış, kendinizle ilgili küçümsediğiniz ve geri plana attığınız siz, yani kendiniz” ben de buradayım, ben de varım” diye sesini yükseltmeye başlamıştır. Dönüp kendinize bakarsınız… Bu çizgiler yüzümde ne zaman oluştu, saçlarım ne zaman beyazladı dersiniz… Yaşadıklarınızda başrolde oynayan sizsinizdir hâlbuki. Ömrün tam orta yerinde hüzün ve mutluluk hep bir aradadır. İkisine de derinden ihtiyaç duyarsınız…

Ve sevdiklerinize daha sıkı sarılırsınız. Kelimelerin anlatmakta yetersiz kaldığını hissederek de olsa, onlara defalarca sevdiğinizi söylersiniz. Bunun gerekliliğini bunca yol sonra anlamışsınızdır çünkü…

E. B.

Pazar, Şubat 06, 2011

Bahar yakında bekle

İçimde karmaşık duygular kol geziyor. Bir yanım baharı yaşıyor, gönlümde bahar dalları açmış. Yüreğim papatya tarlalarında gezmekte...


Fakat atma sakın umut tohumlarını; sakla onları, iyi sakla. Unutma ki kış mevsimi ne kadar uzun ve ağır geçse de sonu yeni bir bahara gebedir.


Diğer bir yanım dur bakalım hele son bahardasın diyor. Bu belki yalancı bir bahar belki sürüncemede kararsız bir bahar, belki de seraptır, şimdi hazandasın.

Artık hasat zamanı. Topla dallardaki tüm umutlarını, yalancı mutlulukları ve hayallerini; artık neyin varsa al git, şimdi hazandasın...

Bir bahar ki; hiç bitmeyen hep canlı, hep taze ve kıyametin ötelerine uzanan, bahar dallarıyla süslü bir zamana bırak kendini yüreğin papatya tarlalarında alabildiğine gezinsin yalancı baharlara inat...
Bir bakarsın yeşerir umutların, filizlenip boy verir karların arasından, kardelenler misali. Asıl baharı yaşarsın. Taptaze, diri ve sonsuz baharı...
Ve şimdi kış hazanın ardından yavaş yavaş  gelmekte; ağır adımlarla ama kararlı.
Kıpır kıpır ve coşku dolu.
“Sevmelere korkar olmuşsun bak. Olsun heybende bu da bulunsun ki kanma bir daha, inanma. Bir süre güvensizlik olacaktır elbet. Gelen baharla canlanır ekeceğin tohumlar, onları iyi sakla. Vav ol vaveylayı boş ver, sus ve baharı bekle…”